3 Haziran 2011 Cuma

"Sesli Sinema"ya geçiş dönemi ve Hollywood

Sessiz filmlerin hayranlıkla izlendiği bir dönemde, Edison ilk kez sesli film teknolojisini tanıttığında, izleyiciler bunun gelip geçici bir heves olduğunu düşünmüşlerdi.

Bir grup işadamı 27 Ağustos 1910'da, New Jersey, West Orange'da icatlarını tanıtmak için bir laboratuvarda toplanmışlardı. Göstermek üzere oldukları keşfin, 20. yüzyıl popüler kültürüne tamamen hakim olacağını tahmin etmeleri çok zordu. Amerika'nın en verimli mucidi Thomas Edison, hareketli görüntülere sesi de ekleyen buluşu kamuoyuna açıklıyordu. Artık görüntüyle ses ilk kez bir aradaydı.

Bu konuşma efekti, Hollywood'da çekilen ve tüm dünyanın ilgisini çeken sessiz filmlerle düelloya giriyordu. Sinemaseverler, düzinelerce kısa metrajlı sessiz filme hücum etmişlerdi. Ocak 1909'dan itibaren, film endüstrisi sadece ABD'de, binlerce kişiye hitap eden bir eğlence aracıydı. Her şeye rağmen sessiz filmin bir sınırı vardı.
Dolayısıyla, sesli film çok kısa bir zaman sonra diğerinin yerini aldı ve kitlelerin ilgi odağı haline geldi.

Sesli film teknolojisi üzerinde çalışan Edison, sessiz film endüstrisinde kullanılan fonografı zaten daha önce icat etmişti. Sinema sektörünün ardındaki en önemli itici güç kabul edilen Edison, bu unvanını "bir hapşırığa" borçluydu. Kısa metrajlı siyah-beyaz filminde, çalışanlarından Fred Ott'un hapşırmasını saniye saniye görüntülemişti. İnsan beyni, saniyede 15 kare şeklinde akan hızlı sabit resimleri, hareket halindeymiş gibi algılıyor. İzleyiciler, Edison'un bu şovunu izledikten sonra aniden "çok yaşa" diye bağırmaktan kendilerini alamamışlardı ve salonda bir kahkaha tufanı kopmuştu. Edison sonraki denemesinde bir öpüşmeyi kullanacaktı. "May Irvin ve John C. Rice'ın Öpüşmesi" adlı filmi, ilk erotik sinema örneği kabul ediliyor.

Bu arada Fransa'da da Lumiere kardeşler, hareketli görüntü tekniğini deniyorlardı. Duvara asılı çarşaf üzerine yansıttıkları, kameraya yaklaşan trenin görüntüsü, izleyicilerin çığlıklar atarak sokağa fırlamasına yol açmıştı. Daha ilk günden itibaren, sinemanın bir tutkuya dönüşeceği belliydi.


Stüdyoların doğuşu...

Harvey H. Wilcox ile eşi Daeida, 1880'li yıllarda Los Angeles'ın 15 kilometre kuzeybatısında bulunan Cahuenga Vadisi'ne yerleşiyorlar. Sinema dünyasına damgasını vuracak olan Hollywood, adını bu bölgede yaz kış yeşilliğini yitirmeyen palmiye ağaçlarından alıyor. Şans getirdiğine inanılan ve yılbaşlarında evlerin süslendiği palmiyelerden yola çıkan Daeida, yerleştikleri bu topraklara "kutsal ağaç" anlamına gelen Hollywood adını veriyor. Los Angeles'ın genişleyerek bu küçük yerleşimi içine almasından 7 yıl önce, 1903 yılında da kent olarak ilan ediliyor.
Film şirketlerinin Hollywood'u tercih etmelerinin nedeni, tüm yıl boyunca film çekmeye elverişli hava koşullarından ve doğal güzelliklerinden kaynaklanıyor. Diğer etkenlerden biri de, bölgenin, kameralarını izinsiz kullandığı gerekçesiyle film şirketlerini sürekli dava eden Thomas Edison'dan uzakta olması.
İlk Hollywood stüdyosu Nester Corporation, 1911 yılında Sunset Bulvarı'ndaki bir barın içinde kuruldu. Bundan birkaç yıl sonra, şehirde kurulan 20'den fazla küçük stüdyoda, yılda 600'e yakın film çekiliyordu. Ve sinema, canlı dans gösterilerinin, şovların ve tiyatronun yerini almaya başladı.
1920'li ve 1930'lu yıllarda, stüdyolara yer açmak ve film şirketlerine binalar inşa etmek için bölgedeki tüm eski evler yıkıldı. Ve hepimizin bildiği, 1,5 metre yüksekliğindeki harflerden oluşan "Hollywoodland" yazısı Lee Dağı'nda yükseldi. "Land" ibaresi 1940 yılında çıkarıldı. Günümüzde bu dev "Hollywood" yazısı, bölgeye gelen ziyaretçileri karşılıyor.

Hatta Edison bile, sesli filmin geleceğini parlak görmüyordu. 1910'da West Orange'daki tanıtım toplantısından sonra, "Sesli filmin çok başarılı olacağını düşünmüyorum. İzleyiciler, hareketli görüntüleri öyle izlemeye alışmış durumdalar. Dolayısıyla görüntüye sesin eklenmesi, ilgilerini çekmeyecektir. Tamam, kısa süreli bir yenilik getirdiğimiz kaçınılmaz, ancak film hayranları bir süre sonra sessizlik ya da filme eşlik eden orkestra müziği için haykırmaya başlayacaktır.
Bu projeyle zamanımızı harcadığımızın biz de farkındayız." demişti.

Warner Brothers, sesli film teknolojisinin gücünü gören tek stüdyoydu. Vitafon adını verdikleri sistemle sesi bir diske kaydediyor ve sessiz filmle uyumlu bu cihazı kullanıyorlardı. Böylece, canlı müzik için çağırdıkları müzisyenlere yüksek paralar ödemek derdinden kurtulmuşlardı.
Edison'un sesli film teknolojisini tanıtmasından yaklaşık 20 yıl sonra Warner Bros, sonunda sesli filmini halka tanıttı.

6 Ekim 1927'de "The Jazz Singer" (Caz Şarkıcısı), New Yorklu izleyiciler tarafından hem izlendi hem de dinlendi. Filmin yıldızı Al Johnson'ın söylediği şarkılar diskten çalınıyordu. Ancak, görüntüyle ve oyuncunun dudak hareketleriyle ses o kadar uyumluydu ki, izleyiciler gösteriyi ayakta alkışlayacaktı. Jazz Singer, gerçek bir sesli film örneği değil, sadece sessiz filme uyumlu olarak çalınan 4 şarkı ve konuşmadan ibaret. Ancak, daha sonra Hollywood adıyla anılacak Tinseltown'da yeni bir dönemi başlatması açısından çok önemli bir örnek.

Seyircilerin sesli filme ilgisi gün geçtikçe artıyordu ve Warner Brothers, halktan gelen bu istekli yaklaşımı bir gazeteye tam sayfa verdiği reklamla besliyordu: "Sonunda, resimler de gerçek insanlar gibi konuşabiliyor!" 1928'de, Warner'lar ilk uzun metrajlı sesli filmi gösterime soktular. "The Lights of New York" (New York'un Işıkları), aslında berbat oyunculuk ve hatalarla dolu kötü bir filmdi. Ancak, 23.000 dolara yapılmasına rağmen, 1 milyon dolarlık hasılatla dönemin gişe rekorunu kırdı.

Vitafon sistemi çok uzun sürmedi. Mayıs 1928'de, büyük film stüdyolarının çoğu sesli teknolojiye geçiş yaptı. Warner Bros'un diğerlerinden önce davranması ve ciddi paralar kazanması, Hollywood'un en güçlü şirketi olmasını sağladı. Warner Bros, 3 yılda pastadan en büyük dilimi alan şirket oldu. Stüdyolarında her yıl 100'e yakın film çekildi ve dünya genelinde yüzlerce sinema salonu açtı.

Hollywood, kısa sürede dünyanın merkezine oturdu. 1920'li yılların son dönemlerinde, Los Angeles'ta sinema sektöründe çalışanların sayısı 42.000'i bulmuştu. Yanı sıra, dünya sinema eğlencesinin yüzde 82'lik bölümü Hollywood'un elindeydi. Bu tekele rağmen, Hollywood'un eski tüfekleri ve sessiz film yıldızları, ilk başlarda ses devrimini reddettiler. United Artists Corporation'ın başı Joseph Schenk, Ağustos 1928'de sesli filmin çok uzun sürmeyeceğini belirtti. Charlie Chaplin de, bunun gelip geçici bir heves olduğunu söyleyecekti. Hatta, sesli filme karşı kampanyalar başlatmış ve kendisini estetik saflığa adayan bir sanatçı portresi çizmişti.
Diğer film eleştirmenleri ise daha hoşgörülüydü.

Bir eleştirmen, The Jazz Singer'ın sesli film geleneğinin yaygınlaşacağının göstergesi olduğunu belirtmişti.

Gökkuşağına doğru...

Hollywood'un benimsemekte geciktiği bir diğer buluş da, renkli film teknolojisiydi. 1926-1932 arasında 30'dan fazla film renkli çekildi. Ancak bu teknik yıllar sonra yaygınlaşacaktı. Çünkü, 1929 ekonomik buhranı köklü şirketlerin bile pahalı olan renkli filmlerden uzak durmalarına yol açmıştı.
Renkli film çok sınırlı kullanılabiliyordu, çünkü Technicolor piyasada tekel oluşturmuştu. Bu; kırmızı, mavi ve yeşil görüntüleri farklı negatif filmlere kaydeden bir sistemdi ve Technicolor ile çekilecek filmler için özel bir kamera gerekliydi. Sadece kiralanan bu kameranın ücreti çok yüksekti.
Technicolor, renkli filmlerin sayısını bile sınırlandırmıştı. Ayrıca, stüdyoların Technicolor kameramanları ve danışmanlarıyla çalışmasını zorunlu kılmıştı. Firma, filmlere öylesine komik sınırlamalar getiriyordu ki, çoğu ünlü yönetmen, renkli film çekmek yerine siyah-beyazı tercih ediyordu.
Renkli filmler, yıllar boyunca sadece müzikaller ve "The Wizard of Oz" (Oz Büyücüsü-1939) gibi fantastik yapımlarda kullanıldı. Renkli film sayısında gözle görülür artış, 1940 ve 1950'li yıllarda yaşandı. 1960'larda televizyon renklenince, rekabet gücünü artırmak için sinemada da tamamen renkli filmlere geçildi.

Gelinen bu nokta, Hollywood'un sinema endüstrisindeki hakimiyetini de zedeliyordu. Ayrıca sesli film, uluslararası özelliğe sahip filmleri sadece İngilizce bilenlerle sınırlamaya başlamıştı.

Sessiz filmlerin altyazıları, ülkelerin dillerine çevrilebiliyor ve tüm dünyada izlenebiliyordu. Ancak, artık böyle bir olanak yoktu, çünkü dublaj ya da altyazı teknolojisi henüz gelişmemişti.
Hollywood bu sorunları yaşarken, İtalya, Fransa ve İsveç gibi Avrupa sinemasının önde gelen ülkelerinde bu teknolojide büyük aşama kaydedilmişti.

Derken, Hollywood şirketleri, yeni Avrupa sinema endüstrisini destekleme kararı aldı. Hatta, Paramount, Fransa'nın Joinville kentinde büyük bir stüdyo inşa etti. Bu stüdyolarda farklı dillerde başarılı filmler çekildi. Dublaj teknolojisi 1932'de geliştirildiğinde, Joinville sinema sektörünün başkenti haline geldi ve hızla dublaj merkezine dönüştürüldü.

Hollywood sonunda ses sorununu çözdü ve 2. Dünya Savaşı'ndan hayatta kalarak çıkmayı başardı. Ancak, Soğuk Savaş yıllarında yeni tehditlerle karşılaşacaktı. Rossellini, Fellini ve Truffaut gibi Avrupa sinemasının usta yönetmenlerinin çektiği insan merkezli, iç benlik sorgulamalarını içeren sanat kaygılı filmler rekabeti körükledi. Daha sonra da televizyonun yaygınlaşması, sinemanın gözden düşmesine ve salonların bir bir kapatılmasına yol açtı.

Ancak, sinema bir kez 20. yüzyıla damgasını vurmuştu. Hollywood, televizyon karşısındaki yenilgisine karşılık verebilmek için farklı yöntemlere başvurmaya başladı. Artık beyaz perdeye şiddet ve erotizm hakim olacaktı.

Nebraska Lincoln Üniversitesi profesörlerinden Wheeler Winston Dixon, "Seks ve şiddetin dozajının artırılması beyaz perdeyi kurtardı" diyor ve ekliyor "Bu günümüzde de sürüyor. Seri katillere ve araba kazalarına ilgi, çağdaş izleyicilerin de tutkusu."

Bu filmler dünyayı Amerika'nın gözüyle yansıtıyordu. ABD, gerek 2. Dünya Savaşı'nda gerekse Soğuk Savaş yıllarında Hollywood'u adeta bir propaganda aracı gibi kullandı. Ünlü Watergate Skandalı'na kadar, beyaz, düzgün giyimli, iyi aile babası ve annelerini yansıtan "All American" zihniyeti hakimdi. Dünyanın kurtarıcısı Amerikalılardı. Kötü adamlar hep kendilerine benzeyemeyen zenciler, Latin Amerikalılar, Ruslar ve üçüncü dünya ülkelerinin vatandaşlarıydı. Ancak, Watergate Skandalı sonrasında Hollywood sineması da bir iç sorgulama geçirdi ve nispeten tarafsızlaştı.

Avrupa sinemasıysa, gerçekçi üslubuyla hep Hollywood'un karşısında oldu. Her şeye rağmen dünyanın en ünlü yıldızları, en yüksek bütçeli yapımları Hollywood'dan çıktı. Dolayısıyla, sanatsal açıdan Hollywood'dan çok üstün olmasına rağmen, Avrupa sineması hep onun gölgesinde kaldı. İster Avrupa ister Amerika, sinema, 20. yüzyılın en güçlü aracıydı.

http://www.sinemaforum.com/viewtopic.php?t=3386&highlight=nation

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder